14 Ocak 2010 Perşembe

ANTAKYA TARİHİ






Bölgede yapılan arkeolojik kazılar, tarihsel geçmişin Kalkolitik Çağ'a (İÖ 5000)
kadar uzandığını göstermektedir.1

İ.Ö. XVII. yüzyılın sonlarına kadar Mısır hakimiyetinde kalan bölge, bu tarihten
itibaren sırasıyla Hitit,
Asur, Babil, Pers ve Makedonların egemenliği altına
girmiştir.

Makedon kralı Büyük İskender'in İ.Ö. 323'te ölümünden sonra imrapatorluğun
yönetimini ve topraklarını paylaşan generallerinden Antigonos ve Seleucus I.
Nicator arasındaki iktidar mücadelesinde, bu iki kumandanın, İ.Ö. 301 yılında
İpsus'ta yaptıkları savaş Antigonos'un yenilgisi ile sonuçlanınca, Suriye ve
Mezopotamya, Seleucus yönetimine geçti.

İpsus savaşından sonra Mezopotamya'dan Akdeniz'e kadar uzanan çok geniş
bir bölgenin kontrol altında tutulmasının getirdiği zorunluluk, Seleucia'nın yeri
bakımından çok içerilerde olması nedeniyle artık krallığın yönetim merkezi
olarak kalmasını imkansız hale getirmişti.

Bu durum Seleucus'un, krallığın merkezini daha batıya taşımasını, kendine
oralarda uygun bir yerde yeni bir başkent kurmasını gerekli kıldı. Bu amaçla
Akdeniz'in en güzel limanlarından biri olan Seleucia Pieria'nın bulunduğu yer,
topoğrafyası, deniz ulaşımına açık oluşu, zaptedilmesi zor bir akropole sahip
olması gibi özellikleri nedeniyle uygun bulundu ve İ.Ö. 300 yılı Nisan ayında
Seleucia Pieria (bugün Antakya'nın kazası olan Samandağ) başkent olarak
kuruldu. Krallığın yönetimi Tigris kenarındaki Seleucia'dan, deniz kenarındaki
Seleucia'ya taşındı.

Seleucus, mağlup ettiği Antigonos'un yönetim merkezi olan bugünkü kentin
birkaç km kuzeyinde, Karasu nehri kıyısında kurulu Antigonia'yı tahrip ederek
halkını kendi adına kurduğu yeni başkente (Seleucia Pieria) naklettirdi. Ancak
krallığın egemenliği altında bulunan Küçük Asya, Fırat Havzası, merkezi ve
güney Suriye ile Amik Gölü civarının kontrol altında tutulmasında, Seleucia
Pieria'nın bu hakimiyetin sağlanması için başkent olarak uygun yerde olmaması
ve denizden gelecek saldırılara açık bulunması, daha içeride bir kent
kurulmasını zorunlu hale getirdi. Böylece Seleucus I. Nicator, Antigonia kentinin
kalıntılarıyla oğlu (veya babası) Antiochus adına, İskenderiye'nin planına uygun
olarak Antiokheia'yı kurdu (İ.Ö. 300). Seleucus I. Nicator'un ölümünden sonra
hükümdar olan oğlu Antiochus I. Soter (İ.Ö. 281-0-261) döneminde, yönetim
merkezi Seleucia Pieria'dan Antakya'ya taşınmış ve bundan böyle Antakya,
Seleucus İmparatorluğu'nun yeni ve son başkenti olmuştur.

Seleucus II Callinicus döneminde (İ.Ö. 246 - 226), Asi üzerindeki adada bir
yerleşme hareketi başlatarak kente köprülerle bağlanırken, Antiochus III
(Büyük Antiochus, İ.Ö. 223 - 187) zamanında bu yerleşme işlemi tamamlanmış
ve kentte bir kütüphane inşa edilmiştir.

Kentin ikinci kurucusu sayılan Antiocnus IV Epiphanes (İ.Ö. 175 - 164),
Epiphania olarak anılan yeni bir yerleşme, yeni bir agora ve bazı mabedler inşa
ettirmiştir.

İ.Ö. 64 yılında kentin Roma egemenliğine resmen girmesi ile Antakya tarihinin
altın çağı başlamış oldu.

İ.Ö. 47'de Antakya'ya gelerek kente bağımsızlığını veren Caesar, Caesareum
adıyla anılan büyük bir mabed ile, Silpius eteklerinde bir amfitiyatro, bir su
kemeri ve bir umumi hamam inşa ettirdi.

Augustus dönemindeki (İ.Ö. 31-İ.S. 14) en önemli olay, bundan sonra her dört
yılda bir tekrar edilecek olan “olimpiyat oyunları”na başlanmasıdır. Bu
imparator zamanında kent, birçok yeni toplumsal binanın inşa edilmesi ile daha
mamur hale getirilmiş ve bunun sonucu olarak nüfus artmıştır. Antakya'nın bu
yüzyıldaki nüfusu 300.000 ile 600.000 arasında bir rakam idi.

Bu dönemin en önemli imar faaliyeti kenti boydan boya geçen ünlü “kolonadlı
cadde”nin inşasıdır. Döşemesi mermer kaplı olan bu caddenin kolonadları,
Tiberius Claudius zamanında (İ.S. 12 - 37) tamamlanmıştır. Cadde bronz
heykellerle, kolonadlar da mozaiklerle süslendi. Caddenin yol kısmının genişliği
9.60 m, iki tarafında yer alan kolonadlar ise 10'ar m genişliğinde idi. Bu
caddenin inşasından sonra, caddenin iki tarafında gelişen mahalleler
sayesinde kent büyüdü ve nüfusu arttı. Gene Tiberius zamanında, üstünde bir
dişi kurdu emen Romulus ve Romus heykeli ile süslenen Beroea (Haleb) kapısı
inşa edildi.

Etnik ve dini yapı bakımından karışık nüfusu, her yöne giden yolların kesişme
noktasında önemli bir ticaret merkezi oluşu, doğu ve batı kültürlerinin birleşme
noktasında bulunması, Antakya'nın Hıristiyanlığın yayılmasında bir propoganda
merkezi haline gelmesine neden olan faktörlerdir. İsa'nın ölümünden sonra,
Hıristiyanlığı yayma çalışmaları içinde önce Pavlos (Havari Aziz Pavlos) ve
Barnabas, daha sonra Antakya Kilisesinin kurucusu ve ilk rahibi sayılan Petrus
(Havari Aziz Petrus) Antakya'ya geldiler. Pavlos ve Barnabas, bir öğreti
merkezi haline getirdikleri Antakya'da, İsa-Mesih'e inanmış kişilere vaazlar
verdiler. İncil, Pavlos ve Barnabas'ın öğrencilerine ilk kez Antakya'da Hıristiyan
adı verildiğini yazar. İncil'in dört yazarından biri olan Matta'nın, İsa'nın
yaşamını birinci yüzyıl ortalarında Antakya'da kaleme almış olduğu da bilinmektedir.

Roma Çağı'nda, nüfusu yüzbinleri bulan bir kent olarak imparatorların gözdesi
haline gelmiş ve IV. yüzyılda yaşamış olan ünlü tarihçi Ammianus Marcellinus'un
“...dünyada hiç bir kent, ne topraklarının bereketi, ne de ticaretteki zenginliği
bakımından bu kenti geçemezdi” dediği Antakya, Antik Çağ'da “Doğunun
Kraliçesi” (Orientis Apicem Pulcrum) lakabıyla anılmıştır.

İmparator Vespasian (69 - 79), Daphne'de içinde kendi heykeli olan bir tiyatro,
İmparator Domitian (81 - 96) ise Afrodit ve Asclepus mabedlerini inşa
ettirmişlerdir.

II. yüzyıla doğru Antakya, Roma ve İskenderiye'den sonra 200.000 - 300.000
kişilik nüfusu ile imparatorluğun üçüncü büyük metropolisi durumunda idi.

İmparator Trajan (98- 117), Harbiye'den kente su getiren ve kalıntıları
günümüze kadar gelmiş olan su kemeri ile büyük bir hamamın inşasını
başlatmıştır. Bu imparator zamanında 115 yılında vukubulan şiddetli bir
deprem Antakya ve Daphne'de büyük ölçüde tahribata neden olmuş, çok
sayıda insan ölmüştür. Bu felaketten Hıristiyanlar sorumlu tutulmuş ve
piskopos Ignatius tutuklanarak Roma'ya gönderilmiş ve orada vahşi
hayvanlara parçalattırılmıştır.

İmparator Hadrian (117 - 138), Trajan zamanında başlamış yapı faaliyetlerini
sürdürmüştür.

İmparator Antoninus Pius (138 - 161) döneminde kentin hemen tamamını
tahrip eden büyük bir yangın çıkmıştır. İmparator Marcus Aurelius (161 - 180),
115 yılındaki depremde yıkılan Centenarium isimli büyük hamamı yeniden inşa
ettirirken, İmparator Commodus (180 - 192), kendi adına bir hamam ve bir
mabed ile sporcuların çalışması için üstü örtülü bir yapı (Xystos), İmparator
Didius Julianus (193) ise kapalı bir güreş alanı (Plethrion) inşa ettirmiştir.

İmparator Septimus Severus (193 - 211), imparatorluk mücadelesinde rakibi
Niger'i desteklediği için Antakya'yı cezalandırmış, özellikle tiyatrolar ve diğer
toplumsal yapıları yerle bir ederek kenti köy haline getirmiş, kentin ünvanlarını
geri almış, yönetimini Suriye'nin metropolisi haline getirdiği Laodiceia'ya
bağlamıştır. Bir süre sonra tekrar imparatorun sevgisini kazanan kentte,
Severianum ve Livianum adlı hamamlar inşa edilmiştir.

İmparator Caracalla (211 - 217), hükümdarlığı döneminde iki defa Antakya'ya
gelmiş, olimpiyat oyunlarının tekrar Antakya'da yapılmasını sağlamış ve
kolonadlı cadde ile sokakların granit ile kaplanması işi de bu imparator
döneminde gerçekleşmiştir.

İmparator Valerian'ın (253 - 260) esir düştüğü 260 yılındaki savaştan sonra
260 yılı Haziran ayı sonlarında Persler, Antakya'yı yağma ederek yakıp yıktılar
ve bir harabe haline getirdiler.

Uğramış olduğu tahribatın giderilmesi ve eski günlere döndürülmesi amacıyla
İmparator Probus (276 - 282) döneminde kent özel ilgi altına alındı. Probos ve
kendisinden sonra gelen imparatorlar tarafından Antakya tekrar eski ihtişamlı
günlerine döndürülmeye çalışıldı.

İmparator Leo I (457 - 475) döneminde 13 Eylül 458'de Cumartesi'yi Pazar'a
bağlayan gece sabaha karşı vukubulan çok şiddetli bir deprem kentte çok
büyük tahribat yapmış, deprem sonrası çıkan yangın, felaketin bir kat daha
artmasına neden olmuştur. Bu depremden sonra Asi üzerindeki ada artık bir
yerleşim merkezi olarak önemini kaybetmiş ve terkedilmeye başlanmıştır.

İmparator Justinus (518 - 527) dönemi ile bunu takip eden dönemler, 458
depreminin arkasından kısa aralıklarla bir zincir halinde devam ederek
Antakya'nın ikbal döneminin sonunu belirleyen büyük felaketlerin cereyan
ettiği yıllardır.

525 yılı Ekim ayında kentte çıkan büyük bir yangın çok sayıda binanın kül
olmasına ve çok sayıda insanın ölmesine neden olmuştur. Bundan bir yıl sonra,
526 yılı Mayıs ayının 29. günü akşama doğru oluşan deprem, 250.000 -
300.000 kişinin ölümüne sebep olurken, kentin hemen tamamı tahrip olmuş,
ayakta kalabilen yapılar da depremden sonra çıkan yangında kül olmuştur. Bu
felaketin yol açtığı kargaşada halk kenti yağma etmiş, birbirlerini öldürmüş ve
korkarak kenti terk etmiştir.

21 Kasım 528'de başlayan depremde hemen hemen bütün yapılar ile surlar
yıkılırken, 526 depreminde hasar görüp onarıma alınan bütün binalar da yerle
bir olmuştur. Tanrının gazabının üzerlerinde olduğuna inanan halk kenti terk
ederek dağlara kaçmıştır.

Mısır'da ortaya çıkan ve 542'de Antakya'ya ulaşan veba salgını, 551 Temmuz
ayında vukubulan bir dizi deprem, 557 yılındaki bir başka deprem ve 560
yılındaki ikinci veba salgını, felaketler zincirinin diğer halkalarını oluşturmuştur.

İmparator Maurice Tiberius (582-602) döneminde, talihi tekrar parlamaya
başlayan Antakya'da, 588 yılı Ekim ayının son günü saat 21.00'de başlayan bir
dizi depremde 60.000 kişi hayatını kaybetmiş, depremin neden olduğu
yangınlar felaketi daha da arttırmıştır.

İmparator Heraclius (610-641) dönemine rastlayan 613 yılında imparatorluk
ordusunun Antakya yakınında büyük bir yenilgiye uğraması ile kent tekrar
Persler'in işgaline uğramıştır. Bu işgal, imparatorluğun doğu topraklarının 628
yılında Bizans'a iade edilmesine kadar devam etmiştir.

Halife Ömer yönetimindeki Araplar'ın 634 yılından itibaren Bizans topraklarına
girmesi ile başlayan süreç sonucu, Antakya 638 yılında Ebü Ubeyde bin Cerrah
kuvvetleri tarafından kısa bir direnmeden sonra teslim alınmıştır.

Bu olay ile 9 asırdan bu yana devam eden ve Roma İmparatorluğu döneminde
Doğunun Kraliçesi olarak anılan Antakya'nın tarihinde bir dönem kapanmış,
asırlar boyu Roma ve Bizans kültürü yanında Hıristiyanlık ile yoğrulmuş olan
mahalli özelliklerin İslam medeniyeti ile karışmasından meydana gelen
bugünkü İslam kenti karakterinin oluşmasına neden olacak yeni ve uzun bir
dönem açılmıştır.

28 Ekim 968'de Bizans imparatoru Nikephorus Phokas'ın komutanları Petros
Phocas ve Mikhail Burtzes kenti yeniden Bizans topraklarına kattılar.

1084 yılına kadar bir asırdan fazla süre devam edecek bu dönemde Antakya,
tekrar eski günlere döndürülme özlemi ve gayreti içinde büyük ilgi gördü.
Aralarında bir ok atımı mesafe bulunan 400 kulenin yer aldığı muhteşem surlar,
tamir ve takviye edildi. Kentin Halep çıkışındaki St. Paul kapısı ile Lazkiye yolu
üzerinde Daphne çıkışındaki St. George kapısı ve Asi'yi geçen köprü ile bu yol
üzerindeki St. Simeon kapısı onarıldı.

971 yılında, Halife Muiz-Lidinillah döneminde 100.000 kişilik bir ordu ile
Antakya'yı kuşatan Fatımiler'in kenti ele geçirme teşebbüsleri başarısızlıkla
sonuçlandı.

997 yılında Dukas Domasticus ile Araplar arasında, Bizans ordusunun
mağlubiyeti ve Domasticus'un ölümüyle sonuçlanan savaştan sonra Antakya'yı
zapteden Araplar, kenti yağma ederek ahalisini öldürdüler ve civardaki köyleri
yakarak çekildiler.

8 Mart 1053 tarihindeki şiddetli deprem bütün kenti sarstı. St. Peter kilisesi ile
beraber şehirdeki diğer yapılar büyük hasar görürken 10.000 kadar insan
öldü.

1071'de Malazgirt zaferinden sonra, bir program dahilinde Anadolu'nun fethine
başlamış olan Selçuklu Hükümdarı Sultan Melikşah döneminde (1072 - 1092),
Kutalmışoğlu Süleyman Bey, 1074 yılında Antakya'yı kuşattı. Kentin Bizans
valisi Isaakios Komnenos'un yenilgisiyle sonuçlanan savaştan sonra yapılan
anlaşma gereği, Antakya ve yöresinin yağma akınlarından korunması karşılığı
olarak Bizans'ın her yıl 20 bin altın vermesi şartı ile kuşatma kaldırıldı.

1084 yılında vali Philaretos, Türk asıllı olması muhtemel İsmail isimli Müslüman
birini yerine bırakarak Antakya'dan Urfa'ya gitti. Çok sert mizaçlı ve zalim bir
vali olan Philaretos'un kentten ayrılmasını fırsat bilen halk, askerler ve bu
bahane ile İsmail tarafından hapisten kurtarılan Philaretos'un oğlu
Barsama'nın desteği ile İznik'te bulunan Kutalmışoğlu Süleyman Bey'e,
Antakya'nın kendisine teslim edileceğine dair bir mesaj gönderdiler. Bu mesaj
üzerine, 1084 yılında haraket ederek kuzey Suriye'ye yeni bir sefer
düzenleyen Kutalmışoğlu Süleyman Bey, 300 atlı ile Antakya surlarının önüne
geldi. İsmail ile yaptığı işbirliği sonucu 12 Aralık 1084 Cumartesi günü bir kısım
askerini gizlice kente sokarak, hazırlıksız ve savunmasız olan Antakya'yı
kolayca ele geçirdi.

1097'de Haçlılar, Antakya valisi Yağı-Siyan'ın hakimiyet bölgesine girerek,
toplam olarak 600.000 kişiden oluşan muazzam ordusuyla 22 Ekim 1097'de
Antakya surları önünde çadırlarını kurdular.

Yedi ay on üç gün süren ve büyük bölümü açlık, yokluk, sefalet ve kanlı
çarpışmalarla geçen kuşatma sonunda Haçlılar, kahramanlık, sabır ve askeri
güçle yapamadıkları işi kurnazlıkla hallettiler ve kenti bir ihanet ile ele geçirme
planını yürürlüğe koydular.

Antakya hakimi Yağı-Siyan'ın güvenini kazanmış, Ermeni asıllı bir muhtedi olan
Firuz adında bir kumandan ile ilişki kurmayı başaran Bohemond, surlardaki üç
kulenin savunulmasından sorumlu olan bu kişiye, tekrar Hıristiyanlığı kabul
etmek ve kentin ele geçirilmesinde işbirliği yapmanın karşılığı olarak çok büyük
vaadlerde bulundu. Bohemond'un son güne kadar diğer haçlı liderlerine dahi
duyurmadan yaptığı bu çok gizli haberleşme sonucunda Firuz, Bohemond'la
anlaşarak, kenti satmayı kabul etti ve rehin olarak oğlunu Bohemond'a
gönderdi. 2 Haziran'ı 3 Haziran'a bağlayan gece gerçekleştirilmesi
kararlaştırılan ve taktiği Firuz tarafından verilmiş olan ihanet planına göre; 2
Haziran'da bütün Haçlılar, başlarında Bohemond olduğu halde, Müslüman
topraklarını istila etmeye gider gibi hareket ederek kamptan uzaklaşacak, gece
yarısından sonra sessizce geriye dönerek, kendisinin koruduğu İki Kızkardeş
Kulesi altına geleceklerdi. Firuz onları kulenin üstünde bekleyecek ve yukarıya
tırmanmalarına yardım ederek surları aşıp kente girmelerini sağlayacaktı.

Bohemond, bu planı ancak o gün Haçlı liderlerine açıkladı ve Kerboğa'nın
Antakya'ya yardım amacıyla güçlü bir ordu ile yaklaşmakta olduğundan
bahsederek, kuşatmayı kaldırmanın utanç verici ve tehlikeli olacağını, kenti
zaptetmekten başka çareleri kalmadığını ve savaşın sadece silahla
kazanılmayacağını söyleyerek Firuz'la vardığı mutabakatı nakletti. Bazı Haçlı
liderlerinin, böyle bir yolun Haçlılar'a yaraşmayan şerefsiz bir çözüm olacağı
şeklindeki itirazlarına rağmen, plan aynen uygulandı ve kararlaştırılan
zamanda İki Kızkardeş Kulesi'nden Firuz'un sarkıttığı bir ip merdivenle kulenin
üstüne tırmanan küçük bir Haçlı birliği, yakındaki kuleleri de ele geçirdikten
sonra, o civarda bulunan bir kapıyı açarak, dışarıda beklemekte olan kalabalık
Haçlı grubunun içeriye sel gibi akmasını sağladı.

Haçlılar, Rum ve Ermenilerin yardımı ile ele geçirdikleri bütün Türkleri, kadın ve
çocuk ayırımı yapmadan öldürdüler. Bir gece içinde on binden fazla Antakyalı
katledildi. Yapılan katliam sonunda 3 Haziran 1098'de akşam olurken
Antakya'da hiçbir canlı Türk kalmamıştı. Seller gibi kan akan sokaklarda ve
meydanlarda, ancak cesetler üzerinden atlayarak yürünebiliyordu.

Bu tarihten dört gün sonra 7 Haziran 1098'de yardıma gelen Musul Emiri
Kerboğa komutasındaki Müslüman ordusunu püskürten Haçlılar, bir süre
Antakya'da kalarak kendilerine çeki düzen verdiler ve Kudüs seferi için
hazırlıklarını tamamladılar. İstanbul'da Bizans İmparatoru Alexius'a, yemin
etmek suretiyle vermiş oldukları söze rağmen Antakya'yı imparatora teslim
etmediler ve Bohemond'un ilk hakimi olduğu Antakya Prensliği'ni kurdular.

3 Haziran 1098 ile 18 Mayıs 1268 tarihleri arasında, yaklaşık yüz yetmiş yıl
Antakya ve civarına hükmetmiş olan Antakya Prensliği, biri prenses olan
(Costance 1131 - 1163) ve Antakya Prensi ünvanını taşıyan hükümdarlar
tarafından yönetilmiştir.

1268'de saldırıya geçen Memluk Sultanı Baybars, Antakya'nın uzun süre
direnmesine imkan vermedi ve surların Silpius'a yükselmeye başladığı bir
noktadan kente girerek yağma ve tahrip etti. Kente giren Memlük askerleri
bütün erkekleri öldürerek büyük katliam yaptılar. Öldürülen 17.000 kişinin
yanısıra 100.000 kişiyi esir aldılar. Böylece yüzyetmiş yıldan beri süren Antakya
Prensliği halindeki son Hıristiyan hakimiyeti son buldu ve Antakya bir daha el
değiştirmemek üzere İslam hakimiyetine geçti.

Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim'in (1512 - 1520) Mısır seferinde Memlük
Sultanı Kansu Gavri ile yaptığı 24 Ağustos 1516 tarihli Merc-i Dabık savaşından
sonra, Haleb'in işgalini takiben Osmanlı hakimiyetine girmiştir.

Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar, dört asır Osmanlı hakimiyetinde kalan
Antakya, bu süre içinde Haleb vilayetinin, Haleb Merkez Sancağına bağlı bir
kaza merkezi olarak yönetildi. Seleucus krallarına başkentlik yapmış, Roma
çağındaki ihtişamı dillere destan olmuş, imparatorluğun üç büyük
metropolünden biri olarak imparatorların gözdesi olan ve bir zamanlar
'Doğunun Kraliçesi' lakabıyla anılmış olan Antakya, İstanbul'a uzak oluşu
yanında Mısır'ın fethinden sonra bölgedeki askeri önemini yitirmiş olması
nedeniyle Osmanlı Devleti için önemsiz ve bu sebeple ihmal edilmiş küçük bir
kasaba olarak asırlarca kendi halinde yaşamıştır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder